Hakan Altınay*
Niye selamlaştığımızı, nasıl selamlaştığımızı hiç düşündünüz mü? Selamlaşma çoğu zaman üzerine kafa yormadan, otomatik olarak yaptığımız bir şey. Lakin ciddiye alıp, merak edip, biraz araştırdığınızda ilginç bulgular çıkıyor. Mesela tokalaşmanın kökeni Eski Yunan’a kadar gidiyor; çıkışındaki saik silah, bıçak taşımadığımızı karşı tarafa göstermek ve şiddetin gündem dışına atıldığını teyit ederek ilişkiye başlamak. Asker selamının altında da uzaktan yaklaşmakta olan askerlere elimizde mızrak ya da başka bir silah olmadığını gösterme niyeti var.
Selamun aleyküm de aslında benden sana zarar gelmez demek ve karşı tarafın da aynı zararsızlık niyetini teyit etmesi beklentisiyle birlikte geliyor. İlginçtir Musevilik ve Hristiyanlık da aynı şekilde selamlaşmayı salık veriyor… hatta Musevilik’teki selam hitabı fonetik olarak bile çok benziyor: şalom aleyhem. Şalom aleyhem de, pax vobis de benden sana zarar gelmez demek.
Güney Asya’da, Güneydoğu Asya’da egemen olan selamlaşma biçimi “namaste” ise ‘ben seni sayıyorum, sana saygı duyuyorum’ demek ve aynı şekilde karşılık verilmesini gerektiriyor. Bu sayede karşılıklı saygı teyit ediliyor. Güney Afrika’da ise “sawubona” ifadesi ile selamlaşılıyor; Sawubona’nın kelime anlamı – Avatar filminden de hatırlayabileceğimiz – “Seni Görüyorum.” Eğer selamlaşıyorsak, tabii birbirimizi görüyoruzdur… niye böyle bir selama gerek var diye düşünebilirsiniz. Sawubona esasen ‘sen benim nezdimde saygıya ve haklara haizsin ve ortak hukukumuza zarar vermeyecegim’ akitinin ifadesi.
Dünyanın çok farklı yerlerinde ortaya çıkmış selamlaşma yöntemlerinin mantığı, grameri nasıl oluyor da bu kadar benzeşiyor? Sosyal bilimcilerin ve tarihçilerin bu konuda önemli bazı tezleri var. Mesela, Jared Diamond’a göre küçük gruplar halinde yaşadığımız dönemde karşımıza çıkacak insanlar üçe ayrılıyordu: dostlar, düşmanlar ve yabancılar. Dostlara ve düşmanlara nasıl davranılması gerektiği belliydi. Yabancılar ise soru işareti içeriyordu; küçük gruplar halinde yaşayan atalarımız yabancılara çoğu zaman düşman muamelesi yapmayı tercih ediyorlardı. Lakin küçük gruplardan çıkıp daha büyük, daha karmaşık yapılar halinde yaşamaya başlayınca her yabancıya düşman muamelesi yapmak sürdürülemez bir hal aldı. Artık yabancılar potansiyel düşman değil, refahımız, dirliğimiz için işbirliğine gereksinim duyduğumuz potansiyel dost muamelesi görmeye başladı. Yukarı örneklerini gördüğümüz selamlaşma pratikleri tam da bu nedenden ortaya çıktı. Aydınlanma çağına geldiğimizde bu norm hala tam oturmamıştı ve mesela Kant ‘misafirlik hakkı’ndan bahis açma gereği hissedebiliyordu. Kant’ın kast ettiği sırf yabancı, bilinmez olduğumuz için düşman muamelesi görmeme hakkımız idi.
Yine son dönemde E. Wilson, Y. Harari gibi bilim insanları bizi diğer canlılardan ayıran şeyin işbirliği becerimiz olduğu tezini güçlü bir şekilde ortaya koydular. Harari iki farklı senaryoyu gözümüzün önünde canlandırmamızı istiyor: ilk durumda ıssız bir adaya bir insan ve bir maymun koyuyoruz. İkinci durumda ise başka bir ıssız adaya bu sefer 1000 insan ve 1000 maymun koyuyoruz. İki adayı bir ay sonra ziyaret ettiğimizde, tek insan ve tek maymunun yaşadığı adada maymunun daha refah ve uyum içinde yaşadığını, 1000 insan ve 1000 maymunun yaşadığı adada ise insanların yaygın egemenliğinin ve görece refahının oluştuğunu göreceğimizi iddia ediyor Harari; çünkü insanlık çok geniş gruplar halinde ve çok farklı, esnek şekillerde işbirliği yapabilen bir yaratık. Refahımız ve dünyadaki egemenliğimiz de birbirimizle rekabetimizin değil işbirliğimizin sonucu. Bu tez uzun zamandır bizlere sunulan teorik çerçevede farklılaşan bir tez ama bana son derece açıklayıcı, güçlü bir çerçeve imiş gibi geliyor.
Sosyal bilimin, antropolojinin, tarihin sunduğu veriler bizi işbirliği, barış üretme, yeniden üretme pratiklerimizi ciddiye almaya itiyor. Bakarsınız bu yeni gözlüklerle mevcut pratiklerimize, toplumumuza baktığımızda yepyeni cevherler ve sorumluluklar buluruz.
Hakan Altınay, Avrupa Siyaset Okulu’nun direktörlüğünü yapıyor.