Hayatın her alanında yıkımların yaşandığı şu çağda, neleri kurtarsam diye düşünürken, yanı başımızda büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldık. Şehirler birbiri ardına yıkılıyor, kimileri yaşamından olurken, kimileri destek bekliyordu. İşte tam da bu anda daha çok insan olmak, daha çok paylaşımda bulunmak için yıkımın içerisinden temiz havanın solunması için yollara düştüm.
Yerle yeksan olmuş şehirlerde ilk önce ne kurtarılabilir diye düşünürken, ilk önce yaşamın başlangıcı olan havanın kendisini gösterdiğini görüyorum. Yani, insanların nefes almasını engellemek için binaların içerisine gizlenmiş, depremin ardından açığa çıkan asbestin saçtığı kanserli hava yaşam alanlarına durmadan nüfuz ediyor. Kimse bu havanın nasıl olduğunu, bu yıkıntılardan nelerin zarar göreceğini anlamıyor. Belki de bilmiyor. Halkla kenetlenmek gerektiğini düşünüyorum; dağı taşı, tarlayı, evi barkı, toprağı korumak için uğraşanlarla, çevre tahrip olmasın diye mücadele edenlerle bir arada oluyorum. Sesimizin gür çıkması için yetkililere sesleniyoruz.
Asbestli yıkıntıların yaşam alanlarına değil, korunaklı alanlara dökülmesi gerektiğini, bunun için mücadele etmek gerektiğini daha iyi görmeye başladım. Sivil toplum örgütleriyle bir araya gelerek ortak paydalarımızı keşfettim. Bu arada yeterince organize olmadıklarını da gördüm. Aslında bütün kesimler yaşam alanlarını korumanın esas olduğunu düşünüyorlardı fakat engelleri aşmanın en temel yasasının birlik olmaktan, esas soruna yönelmekten geçtiğini fark ederek harekete geçmek her zaman çok kolay olmuyordu. Halk bir bakıma çaresizdi, öyle çok sorunlar vardı ki; ilk önce hangisini çözeceklerini, seslerini kimlere ileteceklerini bilemiyorlardı. Doğa ellerinden gidiyor, çevre ellerinden gidiyor, zehir soluyorlar, işini yapmayan devlet kurumlarına seslerini duyuramıyorlardı. Her alanda bilinçlenmenin gerekli olduğunu görmek gerekiyordu. Onların ihtiyaçlarını kendi ihtiyacım gibi görerek, onların yanında kalarak, tartışıp düşünerek, bir araya gelerek asbeste dur de yaşamı savun demeye başladık. Bunun için en etkili çözüm yolu olarak gördüğüm belgesel yapımcılığına yöneldim; yaşananları kayda geçirdim. Halk, yaşlısından gencine aynı sorunlarla karşı karşıyaydı. Bu belgesel aslında onların çalışmasıydı.
Kadim şehir Hatay’ın toz duman içinde kalması çok üzücüydü, yalnızca şehrin merkezi değil, kuş cenneti Mileyha da yıkıntılar içerisindeydi. Bütün bunlar üzerinden hakları aramanın zamanı gelmişti. İhtiyaçları doğru belirlemek sorunu da çözmek anlamına geliyordu. Oralarda olmak, oraların havasını solumak, yaşamıma çok değerli anlar ve temaslar kazandırdı.