Hayali ülkeye doğru güneşli yolculuk
Güneş, ovaların üzerinden yükselip tam tepede durdu. Ayçiçeklerinin kafaları gökyüzünde. Akşam güneş batana kadar da öyle kalacaklar. Bu coğrafyadaki isimleri, gündöndü. Yan yana birbirlerinden hoşnut, kalabalık ve coşkulular. Bugün biz de böyle olmayı umuyoruz. Temmuzda hep beraber çıktığımız bir yıllık dünyalar yolculuğunun üçüncü durağında; topluluk atölyelerinde, 44 şehirle buluşmaya Trakya’dan başlıyoruz.
Sıcaklık artarken Lüleburgaz’a giriş yaptık. Burası yalnızca Kırklareli’nin en büyük ve en gelişmiş ilçesi değil; aynı zamanda bölgenin tarım ve sanayi yükünün hatırı sayılır bir kısmını sırtlanıyor. Marmara, Ege ve Karadeniz’e hemen hemen eşit uzaklıkta bir noktada, adeta bir kalp gibi konumlanıyor. Yani Trakya atölyesine ev sahipliği yapması için burayı seçmemiz boşuna değil.
Bugün yalnızca Lüleburgazlıları değil; şehrin diğer noktalarından gelen Kırklarelilileri, Edirnelileri ve Tekirdağlıları da ağırlıyoruz. Daha doğrusu, onlar bizi ağırlıyor; burada misafir olan biziz ve yaptığımız, onlara karşılaşmaları, bir arada neler yapabileceklerini keşfetmeleri yolunda mütevazi bir vesile yaratmaktan ötesi değil.
40’a yakın katılımcımızla yediğimiz öğle yemeğinde sohbet koyulaşıyor. Ama atölyeyi başlatmak için de çok gecikmemek lazım. Malum, vaktimiz güneş batınca dolacak. Böylece, Lüleburgaz Yıldızları Kadın Akademisindeki salonumuzda yerlerimizi alıyoruz.
Bir topluluğun parçası olmak ne demek gerçekten? Belki de bu deneyimi zaten biliyoruz ama hatırlamaya ihtiyacımız var. Ya da belki yepyeni bir yerden bakmak ve tanımlamak gerekecek. İlk iş, gruplara ayrılıp içinde yaşadığımız hayali bir yerleşim yaratıyoruz. Burası bir köy, şehir ya da mahalle olabilir. Sonra hep beraber bu hayali coğrafyayı ete kemiğe büründürmek için kolları sıvıyoruz.
Katılımcılarımız heyecanlı. Bu küçük oyuna adapte olmakta hiç zorlanmıyor ve hayal ettikleri kentin vatandaşı oluveriyorlar birdenbire. Öyle ya bu egzersiz, içine sıkışmış gibi hissettiğimiz gerçek yaşamlarımızdan bir süreliğine kaçmak içim masum bir fırsat veriyor bize. Ama tam manasıyla da kaçamıyoruz sanki çünkü hayalimizde yaşadığımız yerde de ihtiyaçlarımız olacak; orada da eğitime, sağlığa, güvenli gıdaya ya da temiz enerjiye ulaşmak isteyeceğiz.
Mesela, okulları nereye yerleştireceğiz? Ya belediye binasını, hastaneyi, köprüleri ve ormanları… Sanayi bölgeleri, tarım alanları, toplu konutlar ile alışveriş merkezlerini de unutmayalım.
Belki de hayali şehrimizde tıpkı Lüleburgaz’daki gibi bir elektrik santrali var. Bu santralin vereceği olası zararlar için hangi tedbirleri, nasıl alacağız? İklim krizi ya da yoksulluğun bu yerleşkeye yansıyan sorunlarıyla, aniden yaşanacak bir afetin sonuçlarıyla nasıl başa çıkacağız?
Yeni ihtiyaçlar, yeni fırsatlara; yeni fırsatlar da sorunlara gebe. Ama neyse ki bu düş şehrinde yönetim bizde. Öyleyse riskleri bilmeliyiz, bir plan çıkarmalı, iş bölümü yapmalıyız.
Şanslı bir günümüzdeyiz zira Trakyalılar yalnızca hayal kurmaya değil, bu hayali yaşatacak çözümleri bulup kentlerini ayakta tutmakta da hevesliler. Çalışma ilerledikçe, hayali senaryo katmanlaşıyor; her grup kendi şehrinin hikayesini ince ince yazıp resmediyor.
Oyun tamamlandı. Şimdi sıra, ekiplerin sunumlarında. Salonda hem tatlı bir telaş hem artık tanışık olmanın getirdiği rahatlık var. Bir saatliğine de olsa, içinde olmak istedikleri yaşamı kurgulayabilme gücünü kullanabilmek herkese iyi gelmiş belli ki.
Ekip sözcüleri, nam-ı diğer düş ülkesi senaristleri, ellerinde takımlarıyla birlikte çizdikleri haritaları, tek tek cevaplıyorlar: Ortak dertlere derman olmak için kimlerle, nasıl çalışmayı planladılar; neyi değiştirdiler, başardılar ya da başarısızlığa uğradılar? Nelerden vazgeçtiler ve nelere sarıldılar?
Her grubu, enerji üretimi, göçmen meselesi ya da zarar görmeye açık, savunmasız grupların durumlarıyla ilgili farklı çözüm önerileri var. Ve her grup, bir diğerinin senaryosunu dinlediğinde, ah biz bunu nasıl düşünemedik, diye iç geçiriyor. Tüm grupların yalnızca mücadele değil; aynı zamanda uzlaşma, kararları revize etme, halka sorma ve taban oluşturma için gönüllü olmaları hepimizi etkiliyor.
Peki bu kadar çaba neden? Hayal ürünü bir coğrafya için neden bu kadar kafa yoralım? Çünkü gerçek olmayan bir sebep etrafında bile düşünmeyi, tasarlamayı, karar almayı bir arada yapmanın bizi etkileyen ve çarpan bir tarafı var: Belki de daha önce farkında olmadığımız ortaklıklar su yüzüne çıkıyor. Hayali bile olsa bir şeyin gelişimine başkalarıyla uyum içinde katılabildiğini görmek insana, gerçek hayatı düzenleyip değiştirecek ortak hareketler yaratmak yolunda da umut veriyor.
Sunumlar bitince atölye eğitmenimizle birlikte hem teoride hem de yaşamın içinde toplulukların izini sürmeye devam ediyoruz. Buraların havasından, suyundan olsa gerek; atölyenin enerjisi hiç düşmüyor. Hemen hemen tüm katılımcılar, özellikle de gençler, farklı bakış açılarına açık zihinlerle yapıyorlar tüm katkılarını. Topluluğu genellikle, bir hak alanını koruyup güçlendirmesi gereken bir birliktelik olarak algıladıklarını fark ediyorlar. Ve işin bununla bitmediğini; her bir topluluğun, tek tek, onun parçası olan herkesi güçlendirdiğini.
Adına topluluk demiyorlar belki. Ama deneyimliyorlar onu. Belki içindeler. Belki, sokaktan geçerken şahit oluyorlar. Ama gerçekten belli ki bugüne kadar tam manasıyla bakmamış ya da görmemişler.
Bir katılımcı, bayramlarda sokağa çıkıp müzik yapan gönüllü kadın bando takımını örnek verip soruyor; onlar da topluluk sayılır mı? Sonra kendi sorusunu kendisi cevaplıyor: Sayılır tabii, neden sayılmasın?
Güneş, pencerelerden yavaş yavaş çekilirken, son sözlerimizi edip vedalaşıyoruz. Konuşmalarımız kapı önlerinde uzuyor, tanışıklıklar da uzun olsun diye karşılıklı numaralar, kartvizitler değiş tokuş ediliyor. Bir sonraki atölye için yollara düşerken, yorgun başlarımız ay çiçekleri gibi. Kısa bir süreliğine, bu dopdolu zamanı sindirmek için eğiliyorlar. Bütün gün, güneşe dönük, hoşnut, kalabalık ve coşkulu oluşumuzu anımsayarak.